Bu haftaki yazımı, “aşı olmak” üzerine yazacaktım. Aşı karşıtlarını anlamakta zorlanıyorum biraz. Elbette herkesin kendi fikri. Bende kendi düşüncelerimi yazmak istemiştim hatta yazdım da fakat içim sıkıldı birden. Zaten ayağım kırık, on beş gündür alçıyla evde oturuyorum. Böyle hastalık, aşı filan konuşmak istemedi canım.
Kırığımın iyileşip yeniden gönlümce yürüyebilir hale geldiğimde Kütahya’ya gidebilsem diye hayal ettim. Yüzümde maske, çantamda kolonya olmasa. Özgürce sarılabilsem sevdiklerime, özlediklerime. Çinili Vazo, eski vazo olsa. Mavi mozaiklerinin üzerinden şırıl şırıl aksa suyu. Etrafında bir tur atıp bir de fotoğraf çektirsem önünde. Babam gelse aklıma, biraz hüzünlensem ama desem ki, “Duruyor emanetin yerinde, hemşerilerin gözleri gibi bakıyorlar ona. Kolay mı? Kütahya’nın sembolü o,” Sonra yürüsem Cumhuriyet caddesinde. Gençliğimin dükkanları karşılasa beni. Üç mart Kırtasiye’ nin önünden geçsem örneğin. İçeri girsem dayanamayıp. Kurşun kalemler, silgiler, defterler alsam. Namaz vaktini, Alo Paşa Caminin bahçesinde o güzelim çınar ağaçlarının altında bekleyen, yaşlılara gülümsesem.
Biliyor musunuz en çok yaz ramazan aylarını severim ben bu caddede. Ne güzel olur teravihten sonra buralar. Dükkanlar açıktır, her yer ışıl ışıl ve renkli. Sandalyeler konulmuştur dükkanların önüne çay kokusu gelir her kapının ardından. Hem alışveriş eder Kütahyalı dostlar hem sohbet. Caminin bahçesine ağaçların altına hasırlar serilmiştir. Sahura kadar bir muhabbet bir muhabbet.
Ah işte geldim, Caminin yanından sola döndüm mü çocukluğumuzda Çamlı park dediğimiz, bisiklet bindiğimiz alana önce çocuk Kütüphanesi sonra da Fakülte olan güzel bina yapılmıştı. Ne anılarım var o binada. 1976 da mezun oldum ben Kütahya Lisesinden. Üniversite için fazla uzağa gitmeden hemen yolun karşısına geçtim ve Kütahya Yönetim Bilimleri Fakültesi’ ne giriverdim. Anarşi ve darbe yıllarında okuduk biz. Gençlerin birbirine kırdırıldığı zamanlardı. O zamanlar öğrendik slogan atmayı, o zamanlar öğrendik memleket için bağırmayı ve o zaman öğrendik memleket için ölebileceğimizi, öldürebileceğimizi ve hapislerde idam edilebileceğimizi. Hangi tarafta, hangi cephede olduğumuz fark etmez aslında amacımız aynıydı. Memleketimizi seviyorduk ve farklı yolları seçsek de onun çok iyi olmasını istiyorduk. Gençtik, heyecanlıydık fakat azimli ve kararlıydık tepemize cuntanın topuzu inene kadarda caymadık sonrasında caydırıldık. Neyse geçmişin hayaletlerine dalmadan güzel günleri düşünmeye devam edelim.
Şimdi hâlâ aynı yere mi kuruluyor bilmiyorum ama Çarşamba pazarı kurulurdu kapanan çayın üzerine. Hatırlar mısınız bilmem? Ara sokağın Yeşil Camiye bağlanan üst kısmında çok eskiden yani benim çocukluğumda hapishane vardı. Hangi akla kulluksa şehrin orta yerine yapmışlar binayı. Önünden her geçişimizde korkar yine de merakla demir parmaklıklı küçük pencerelerine bakmadan duramazdım. Nöbet bekleyen askerlerden başkasını göremezdim ama çocuk kalbim mahkumların oradan bizi izlediklerine inanırdı. Sonra yıkıldı o bina hapishanede oradan taşındı neyse. İşte tam bu sokağın bizim okula ve Kütahya Lisesine bakan köşesinde bir büfe vardı. O büfe kantini olmayan sevgili fakültemize kantinlik yapmıştır yıllarca. “Hacı Amca’nın Kulübesi,” adını takmıştık. Her teneffüste ya da okul çıkışında orada çay içmeden geçilmezdi. Bizim için büfenin arkasını genişletip simit peynir getirmeye, tost yapmaya başlamıştı Hacı amca. Buluşma yerimiz orasıydı, siyasi münakaşaları orada yapardık, sevgililerle ilk buluşmalar orada yaşanır, ayrılık acılarına Hacı Amca mutlaka ortak olurdu. Hacı Amca diyorduk ama büfenin sahibi amca değildi aslında. Bizlerden az büyük gönlü bol, hoşgörülü bir güzel insandı. Nazımıza katlanır, çoğu zaman parasızlığımıza ses çıkarmaz o da bizimle hem hal olurdu. Yeniden otursam o üç beş tahtadan çakılmış sıralara şimdi. Arkadaşlarımı görsem yine kurtarsak birlikte memleketi.
Soluma Taş Mektebin duvarını sağıma Çarşamba pazarını alıp eski Hükümet Binasına yürüsem ve Kamil abinin k küçücük kitapçısına geliversem. Benim en sevdiğim yerdi orasıydı lisede okurken. Kitaplar, gazeteler, dergiler beni mutlu eden her şey orada vardı. Laf aramızda beyaz dizi alırdım bolca. Hem param onlara yeterdi hem de serde genç kızlık var. Romantiktim biraz üstünüze afiyet.
Güzelim Yeşil caminin önünden geçip Asım Gündüz caddesini atlayarak Küçük Hamamın arasından yeniden Cumhuriyet caddesine yollandığımı hayal ettiğimde babamın Ticaret odasının altındaki küçük atölyesini hatırladım. Ticaret Odasının demir kapısını açıp merdivenlerden insem, ağzına kadar kömür dolu, toz kokulu kömürlüğü geçip küçük alana çıksam yerde işlenmemiş çini tabaklar, büyük vazolar karşılasa beni sonra o kısa boylu kapıdan içeri girsem tiner kokusu yaksa genzimi ve yanan masa lambasının ışığında elinde fırçası önünde boyaları ile çalışan babamı görüversem. Ah görüversem keşke.
Küçük hamamın önünden karşıya geçtim mi Karagöz camii selamlasa beni. Sonra ver elini Palanga sokağı ve halamın evi. Sağa doğru hafifçe yamulmuş eski evin küçük kapısını çaldığımda köşe penceresinden halamın başı uzansa bir müddet sonra da merdiven başındaki ip çekilerek kapı açılıverse. Görsem yeniden odanın ortasında duvara açılmış ocağı, yanan ateşi, üzerindeki sacı ve duysam buram buram gözlemelerin kokusunu. Otursam sedire seyretsem annemin saçta gözlemeleri çevirişini. Canınız istedi değil mi? Hadi koşun birer gözleme alın fırından.
Şimdi düşünüyorum da ne güzelmiş böyle umarsızca yaşamak. Korkmadan girmek çıkmak her dükkana, insanların arasına karışıvermek çekinmeden ve duymadan akşam haberlerinde kaç kişinin öldüğünü bu lanet hastalıktan.
Ben yeniden dönmek istiyorum o güzel günlere. Bunun için, içinde ne olduğunu bilmediğim bir aşıyı yaptırmaksa çarem, bir değil on defa yaptırırım.
Sağlıklı günlerde özgürce yaşamak ümidiyle esen kalın.