Gezimizin üçüncü günü hepimizin gönlünde yatan aslanları yani Kars peynirlerini almak üzere yörenin en meşhur peynircisi Kars Mandıra ’nın yolunu tuttuk. İçeri girdiğimizde bizi tadımlıklarla dolu masalar, taptaze bir çay ve güler yüzleri ile bizi karşılayan mandıra sahipleri bekliyordu. Hangi birini tadacağımızı hangi birini alacağımızı şaşırarak geçirdiğimiz mutlu bir yarım saatin ardından ellerimiz yüklü ceplerimiz hafiflemiş olarak bindik otobüsümüze. Bu alışverişten sizlere Kars kaşarı ve gravyerinin yanı sıra Malakan peynirini ve Kars ketesini şiddetle tavsiye ediyorum. İsteyenler telefonla sipariş verebiliyorlar bu arada, bunu da bir not olarak ileteyim.
Şimdi yolculuğumuz Iğdır’a doğru. Yine bembeyaz bir örtünün kapladığı dağları, köyleri, yolları geçerek ilerliyoruz. Yaklaşık iki saatlik bir yolculuğun ardından o ana kadar gördüğümüz tarihi dokuya ve doğanın bakirliğine aykırı modern bir anlayışla yapılmış yaklaşık kırk dört metre yüksekliğinde birbirine çatılmış beş kılıç sembolünden oluşan bir anıta geliyoruz. Kılıçların kabzalarını özgürlüğün gücünü sembolize eden rölyefler süslüyor. Burası bir anıt müze. Adı Iğdır Soykırım Anıt ve Müzesi. Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeniler tarafından vahşice katledilen Türkler anısına yapılmış. Anıtın merdivenlerini ürkek adımlarla çıkıyoruz. Duyacaklarımızın ve göreceklerimizin kalbimizi paralayacağını biliyoruz. Müze kapalı olduğundan içeri giremiyoruz ancak anıtın yapılmasına sebep olan acı tarihin neler anlattığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Hemfikir olduğumuz tek konu Allah bir daha böyle günler yaşatmasın duası oluyor. İnsanın insana yaptığını hiçbir canlı bir diğerine yapmıyor maalesef.
Iğdır, yumuşak iklimiyle şaşırtıyor bizleri. Hemen dışında Doğubayazıt yolunda mola verdiğimiz bir köyde ilk defa dışarıya Eskimolar gibi giyinmeden çıkıyoruz. Baharın ilk habercileri tomurcuklar ağaçsız dağların eteğindeki bu yemyeşil köyde çoktan dalları doldurmuş. Burada her tür meyvenin ve sebzenin yetiştiğini öğreniyor mis gibi çaylarımızı yudumluyoruz. Köyün yanından bir dere geçiyor. Derenin karşısında da bir köy var. Burada hapşursan karşıdan çok yaşa denecek kadar yakın. Sonradan öğreniyoruz ki orası Ermenistan ve o köy de bir Ermeni köyüymüş. Hiçbir iletişimlerinin olmadığını söylüyor mola yerinin sahibi. Birbirlerine bakmazlarmış bile. Öyle büyük acılar yaşanmış ki bu topraklarda sanırım insanlar birbirlerine tahammül edemez hale gelmişler. Hoşgörü bir yere kadar taşıyor yüreği fakat acı ve yas, tıpkı dağların dibine dökülen bazalt taşları gibi kapkara ve sert kımıldamadan duruyor yerli yerinde. Geçip giden nesiller bile oynatamıyor onu yerinden. Unutmak mümkün olmuyor bazen bu da işte o tür bir acı.
Iğdır’dan Doğubayazıt’a doğru ilerlerken dağlık bir alana geldiğimizi fark ettik. İşte geliyoruz dedik hepimiz heyecanla camlara yapıştık. Evet, Ağrı dağının eteklerindeydik artık. Biraz sonra ülkemizin en yüksek dağı Ağrı Dağı karşımızda olacaktı. Yaşar Kemal’in muhteşem romanı Ağrı Dağı Efsanesi ’ne konu olan yüce dağ ve Mahmut Han’a karşı ölümsüz aşklarının mücadelesini veren Ahmet ile Gülbahar’ın hikayesi kelime kelime dökülüyor sanki dağın eteklerine. Sadece roman olarak kalmayıp filme ve operaya ilham olan bu hikaye yörenin halk edebiyatından fazlaca faydalanarak destansı bir dekorun önünde bir aşk hikayesinin izini sürmüş, insan psikolojisi ve bölge tarihide içine alarak çağlara damgasını vuran bir eser olmuştur.
Ağrı dağının başı dumanlı bugün kendini bütün heybetiyle göstermiyor bize fakat annemizin kucağına uzanır gibi uzanıyoruz eteklerine. Ulu tepesini görünmez kılan buluta aldırmadan o da sarıp sarmalıyor sanki hepimizi. İçim tuhaf bir huzurla doluyor. Sert bakışlı bir babanın şefkat dolu yüreğini hissediyorum Ağrı’ya bakarken. Yüz yılların ağırbaşlılığı ile bakıyor sanki gözlerimize. Bütün atalarımın buradalarmış gibi, elleri ellerime değiyor sanki tepemizde parıldayan güneş gibi içim ısınıveriyor. Dudaklarımdan dökülen türkü alıp götürüyor beni. Bir güvercinin kanadına konuyorum ve uçuyorum bulutlarla kaplı zirveye. Bir türkü olmak istiyorum başımdaki sevdayı anlatmak karlı dağa ve tepesinde kaybettiğim sevdiklerime kavuşmak.
Güzel olurdu muhakkak bir masal kahramanı olarak efsanelerde yer almak ama Doğubayazıt ve İshak Paşa sarayı bizleri bekliyor.
İshak Paşa Sarayı, sarp bir yamacın üstünde bütün ovaya hakim bir noktada muhteşem bir yapı. Büyük ve görkemli olduğunu okumuştum ama bu kadar güzel olabileceğini tahmin etmemiştim doğrusu. Taş işlemeciliğinin en güzel ve nadir örnekleriyle dolu bir yapı. Görkemli kapısı eskiden altındanmış Rus hakimiyeti sona erince giderlerken Ruslar kapıyı da beraberlerinde götürmüşler. Sarayda bulunan pek çok değerli eşya da aynı akıbete uğramış maalesef. Altın kapı bugün hâlâ Moskova müzesinde sergilenmektedir. Rehberimizin anlattığına göre, avluya girişte kapının hemen yanında yer alan çok güzel işlemelere sahip çeşmenin iki musluğunun birinden su, birinden süt aktığı rivayet edilmekteymiş. Çevrede yaşayan köylüler sağdıkları sütü buraya getirmekte ve saray sakinlerinin faydalanması için bu çeşmenin deposuna doldurmaktaymışlar. Eh Cleopatra’nın süt banyosu yaptığına inanıyoruz da bizim atalarımızın süt çeşmeleri olduğuna inanmayacak değiliz ya. Akıyormuştur muhakkak.
“Ağrı Dağı’nın yamacında, dört bin iki yüz metrede bir göl var, adına Küp gölü derler. Göl bir harman yeri büyüklüğünde. Çok derinlerde. Göl değil bir kuyu. Gölün dört bir yanı, yani kuyunun ağzı, fırdolayı kırmızı, keskin, bıçak ağzı gibi ışıltılı kayalarla çevrili. Sonra gölün mavisi başlar. Bu, bambaşka bir mavidir...
Gülbahar, Ahmet'i Küp Gölü'nde yitirdi. O gün bugündür, Küp Gölü'nün oralardan geçenler, gölün kıyısına oturmuş, kara, ışık gibi akan uzun saçlarını sırtına sermiş, başı iki elleri arasında gözlerini som mavi suya dikmiş Gülbahar'ı görürler. Arada sırada Ahmet, gölün sularında Gülbahar’ın gözüne gözükür, Gülbahar kollarını açıp Ahmet'e yürür ve “Ahmet, Ahmet!” diye bağırır. Sesi bütün dağda yankılanır.
Göl kaynar, Ahmet silinir, Gülbahar silinir, küçük ak bir kuş gelip kanadını suyun som mavisine batırır ve sonra da bir atın kapkara gölgesi suyun üstünden gelir geçer."
Ağrı Dağı Efsanesinde Yaşar Kemal İshak Paşa Sarayı’nda geçen bu acıklı aşk hikayesini böyle anlatıyor. Romanlara konu olacak kadar var sarayın gerçek hikayesi de. Tam doksan dokuz yılda tamamlanmış. Başlangıcından bitimine nice ömürler tükenmiş. Fakat değmiş bu kadar beklemeye sonunda öyle bir saray çıkmış ki ortaya tüm orta doğuya nam salmış. Doğuda Osmanlı mimarisinin günümüze kadar kalmış tek saray yapısı. Tam üç yüz altmış altı odası var. Camisinden mutfağına, salonlarından kütüphanesine, ahırlarından, yiyecek depolarına ve zindanlarına kadar gerçek bir şaheser. Öyle ki; yemek salonunda şu anda var olmadıkları için sadece hayal edebildiğimiz aynalar vasıtasıyla hizmetkarlar yemek yiyen saray erkanına hiç bakmadan onları yalnızca aynalardan takip ederek hizmet ederlermiş. Yapım çok uzun yıllar devam ettiği için süslemelerde ve mimaride Selçuklu sanatının özelliklerinden Osmanlı sanatına hatta Batının barok ve rokoko gibi tarzlarına kadar pek çok kültürün izlerine rastlıyorsunuz. Bu kadar soğuk bir bölgede yapılan bu taştan yapının ısıtması da elbette özel olacaktır. Ocaklarda ısıtılan suyun künkler vasıtasıyla duvar içlerinden dolaştırılmasıyla tarihin ilk kaloriferli sarayı olması hayranlık uyandırıcıdır.
Bu kadar görkemli sarayın ziyaretçileri de elbette bitmez. Bir gün İran elçisi gelir ziyarete. İshak Paşa’nın misafiri olarak ağırlanır da ağırlanır. Elçi gördüğü muameleden ve sarayın ihtişamından o kadar etkilenir ki İstanbul’a Topkapı Sarayına gittiğinde ballandıra ballandıra anlatır gördüklerini. Ve der ki; “İshak Paşa’nın sarayı Topkapı’yı gölgede bırakır.”
Bunun üzerine derhal bir soruşturma başlatılır ve devlete ödenmesi gereken vergilerin saray inşaatına kullanıldığı ortaya çıkınca İshak Paşa ömrünü sarayında değil sürgünde tamamlamak zorunda kalır.
Gözümüz arkada kalarak ayrıldık saraydan. Daha gezilecek pek çok yeri dinlenecek pek çok hikayesi vardı ama bizim zamanımız yoktu. İshak Paşa Sarayı’nın üst tarafında yer alan Ahmedi Hani Türbesini buraya kadar geldikten sonra ziyaret etmemek olmazdı bizde ziyaret ettik. Ahmedi Hani 1651 yılında Hakkari yakınlarında Han köyünde doğduğu için adına Hani yani Hanlı denilmiş bir büyük İslam bilgini. Mem-û Zin isimli eseri kaleme alan Ahmedi Hani bir müddet Cizre’de yaşadıktan sonra Doğubayazıt ’a gelmiş ve burada ömrünü tamamlamıştır.
Bu arada İshak Paşa Sarayı’nda yapılan restorasyon çalışmasına değinmek zorundayım. Bin yıldır ayakta duran dünyanın en güzel saraylarından biri olarak kabul edilen bir yapı beyaz PVC kaplamalar ile nasıl tahrip edilirin örneğini içimi acıtarak veriyor maalesef. Tarihi binayı elverişsiz hava şartlarından korumak istiyor olabilirsiniz ama unutmayın o bina bin yıldır zaten o koşullarda duruyor burada. Yine de tarihi eserleri korumak adına yapıldığını düşünerek hoş görülü bakmaya çalışıyorum ama bunu yapıyoruz derken bari böyle komik şeyler yaparak bizi dünyaya güldürmeyin derim ben bunu yapanlara.
Eh Abdigör köfte yemenin zamanı geldi sanırım. Dünyanın ilk diyet yemeği olan köfte yaklaşık dört yüz yıl önce zamanın Sancak Beyi Çolak Abdi Paşa için dönemin aşçılarınca icat edilmiş bir yemektir. Etin macun haline gelinceye kadar sal adı verilen taşların üzerinde dövülmesi ile yapılmaktadır. İçinde sadece soğan vardır ve pilavla servis edilmektedir.
Yolculuğumuz Doğubayazıt’tan sonra Muradiye Şelalesine doğru devam edecek ama önce buraların meşhur çarşılarını bir gezmek lazım.
Doğa harikası diye bir söz var biliyorsunuz. İşte donmuş Muradiye şelalesini gördüğümde bu sözün karşılığını da görmüş oldum. Van’a seksen kilometre uzaklıkta ve Bend-i mahi Çayı üzerindeki şelale adını IV. Murat ’dan alıyor. Eminim her mevsim ayrı bir güzelliği vardır ama ben diz boyu karlar altında yürüyerek ulaştığımız bu güzelliğe bu mevsimde vuruldum.