Doğubayazıt’tan Van’ a doğru ilerlerken Tendürek dağına tırmanmak ve inmek gerekiyor. Herhalde hayatımda gördüğüm en yoğun kar ve kış manzaralarını burada gördüm. Karlara gömülmüş köyler, beyaz kar tepeleri, çığ izleri, kışa ve dağa ait sesler, kar üzerindeki vahşi hayvan izleri başka bir gezegendeymişiz izlenimini veren görüntüler ürkütücü olduğu kadar güzel, güzel olduğu kadar unutulmaz anlar yaşattı hepimize. Nefesimizi tutmuş bir halde otobüsün camlarına yapıştık ve Doğu Anadolu’nun çetin kış şartlarının nasıl olduğuna gözlerimizle tanık olduk. İçimde tuhaf hisler kısa sürede kelimelere dönüştü yazmadan edemedim.
Köylerden kasabalardan geçiyor otobüs. Her yer bembeyaz. Bir kar çölünün ortasında küçük vahalar gibi yerleşim yerleri. Kardan adamlar yok evlerin bahçelerinde ya da kartopu oynayan çocuklar. Çocuklar daha çok bir şeyler satmak için geliyorlar yanımıza. Güneşten al al olmuş yüzleri soğuktan morarmış elleri ile. Kar mağrur burada. Hatta kibirli ve otoriter. Batıdaki gibi romantik anlamlar taşımıyor. Hayatta kalmak, insanların çabasından çok onun hoş görüsüne bağlı. Kar soğuk ve mahrumiyet demek. Ulaşamamak, varamamak demek. Onun için buralarda kar eğlencenin, ya da aşk kokulu heyecanların gülümsemesini değil acı dolu ağıtların gözyaşını taşıyor.
Kalekolların, kar çöllerinin ıssızlığında korku ve güven için uzanan betondan gövdeleri binlerce yıllık bölge tarihine neslimizden izler bırakıyor istemeden. Karlara gömülmüş köyler Tendürek ’in eteğinde yalnızlığın simgesi gibi tek başlarına yaşıyorlar. Yeşil boyalı camilerin, beş vakit ezanla sonsuz bir yakarış içindeki minareleri tüm duaları bir an önce yerine ulaştırma telaşında gibi. Tezek yığınları, ahırlar, kaz kümesleri coğrafyanın insana dayattığı yaşama çareleri. Karların arasında duman tüten bacaları gördükçe hayatı hissedip seviniyor insan.
Soğuk ve buz tutmuş dağ başlarında görev yapan askerler anaç duygularımı kabartıyor aniden. Analarının yerine bağrıma basmak istiyorum aslan gibi dimdik delikanlıları ve teşekkür etmek istiyorum her birine teker teker orada oldukları için. Doğuya geldiğimizden beri ilk defa karşılaştığımız kontrol noktasında kimliğimi uzatırken rütbesini bilemediğim asker kibarca gülümsüyor. “Nerelisin,” diyorum usulca. “Trabzonluyum,” diyor. Ben minnetle bakabiliyorum yalnızca. Dualarım onlara gidiyor ve tüm o coğrafyada yaşayan yurttaşlarıma.
Tendüreğin acımasın şartlarını ardımızda bırakıp yeniden düzlüklere indiğimizde, sağ tarafımızdaki siyah boşluğun Van Gölü olduğunu söyledi rehberimiz İsmail Bey. Biz Van’a gelene kadar hava çoktan kararmış neredeyse geceye dönmüştü. Oysa dışarıda görünen karşı sahilde pırıl pırı parlayan ışıklarıyla bir Ege sahil kasabasıydı sanki. Uzayda bir solucan deliğine girmiş ve kara kıştan Altınoluk’un Akçay’ın yazlarına gelmiş gibi hissettim şaşkınlıkla. Biliyor musunuz? Burada da Edremit var. Eh Ege’ye benzetmekte pek haksız değilmişim o zaman.
Yolculuğumuzun beşinci günü soğuk ama güneşli bir güne uyandık. Modern bir büyük şehir olan Van’ın içinde ufak bir tur atarak Van kalesini gördük ve hayran kaldığım başka bir müzeye Van Müzesine gittik. Müze gezmeyi severim. Müzeler bana tarihe açılan kapılar gibi gelir. Ancak bu sefer gerçekten çok gurur duydum. Teknolojinin imkanlarından sonuna kadar yararlanılarak modern, temiz ve taş devrinden günümüze uzanan bir bölge tarihi koyuyor önümüze müze. İlk insanların yerleşim alanlarından Urartulara, Bizanslılardan Selçuklulara, Osmanlıdan Cumhuriyete kadar tarihin her devrine ait kalıntıları ve o devrin uygulamalarıyla birebir aynı görselleri ile adeta bir zaman yolculuğu yaptırıyor. Anadolu topraklarının kıymetini ve zenginliğini bize emanet edilenin ne değerli bir hazine olduğunu görüp omuzlarımızdaki sorumluluğu bütün ağırlığıyla hissediyorsunuz. Burası bizim ülkemiz hepsi birlikte, Urartulularıyla, Rumlarıyla, Ermenileriyle, Kürtleriyle ve Türkleriyle hepsi bize ait. Ne varsa ve bugüne kadar tarihte ne olduysa bizim. Toprak bizimse eğer altındakiyle ve üstündekiyle birlikte bizim. Ayrılık ve ayrışma yok. Eğer Anadoluluyuz Türkiyeliyiz diyebiliyorsak tıpkı Doğu Anadolu’da adı Simurg olan Anka kuşu gibi önce bu topraklardaki tüm medeniyetlerin küllerinden doğduğumuzu ve genlerimizde hepsinden izler taşıdığımızı kabullenmeliyiz. Biz Anadolu’yuz Anadolu ise hepsi.
Van kedilerini hepiniz bilirsiniz hani şu gözlerinin biri sarı diğeri mavi olan beyaz kediler. Turumuz bizi Van kedilerini görüp sevebileceğimiz bir kedi evine götürdü ama bu Hayvanat Bahçesini andıran yaklaşım beni çok mutlu etmedi. Rahatsız edilmekten son derece şikayetçi oldukları her hallerinden belli zavallı kedicikler kendileriyle oyuncak gibi oynamak isteyen insanlara karşı pek de hoşgörülü değillerdi. Türlerinin devamını sağlamak için maddi katkı sağlamaya yönelik bu uygulama bana pek de doğru gelmedi açıkçası. Bence bu işin başka yolları olmalı. Van’ın meşhur Savat Gümüş işçiliğini gördüğümüz bir gümüş satın alma arasından sonra yolculuğumuz otobüsümüzün bizi götüreceği yere doğru devam etti.
Böylece, Van gölüne gitmek üzere Edremit’ e uzandık. Burada bizi güzel bir tekne bekliyordu. Etrafı bembeyaz karlı dağlarla çevrili masmavi Van Gölü ya da Vanlıların dedikleri gibi Van denizi pırıl pırıl sularıyla kendine çağırıyordu bizleri. Güneşin soğuğu yendiği bir havada eşsiz güzellikteki manzarayı seyrederek kısa sürede ulaştık Akdamar Adasına.
Efsaneye göre Van gölünün ortasındaki adalardan birinde bir Keşiş yaşarmış. Keşişin Tamara isminde güzel mi güzel bir kızı varmış. Adanın etrafındaki köylerde çobanlık yapan bir genç bir gün güzel Tamara’yı görmüş, görür görmez de aşık olmuş. Gel zaman git zaman iki gencin aşkları büyümüş de büyümüş. Fakat kızını çobana layık görmeyen keşiş bu iki gencin evlenmelerine izin vermemiş. Bunun üzerine gençlere de kaçmaktan başka çare kalmamış. Bir plan yapmışlar bu plana göre kaçacakları gece çoban göden küçük bir kayıkla gelecek her tarafı kayalık olan adaya yanaşabilmesi için Tamara ona fener tutacakmış. Böylece sakin kıyıyı bulacak olan delikanlı genç kızı kayığa alacak ve iki genç muratlarına ermek için kaçacaklarmış. Bir şekilde bu plandan haberdar olan keşiş önce kızını bir odaya hapsetmiş sonra da bir adamına feneri tıpkı Tamara’nın tutacağı gibi tutmasını söylemiş yalnız bir farkla onlar feneri kayalıklara doğru tutacaklarmış. Zavallı genç kayığını sevgilisinin tuttuğunu sandığı fenere doğru götürmüş ve kayalıklara çarparak boğulmuş. Çobanın boğulurken ağzından çıkan son söz “Ah Tamara,” olmuş. Olanları öğrenen Tamara bu acıya dayanamamış ve o da kendini gölün soğuk sularına bırakıverirmiş. O günden sonra adanın adı Ah Tamara adası olarak kalmış ve zamanla Akdamar adasına dönüşmüş.
Akdamar adasında bir kilise var adı Surp Haç Kilisesi veya Kutsal Haç Kilisesi. Hristiyanlık inancında da tıpkı bizdeki kutsal emanetler gibi bir takım kutsal sayılan nesneler mevcut. Bunlardan en önemlilerinden biri de Hz. İsa Peygamberin çarmıha gerildiği haç. 7. Yüzyılda Kudüs’ten İran’a kaçırıldıktan sonra Van yöresine getirildiği rivayet edilen hakiki Haç’ ın bir parçası bu kilisede barındırılmıştır. Bu maksatla o zamanki Ermeni kralı Gagik, 915 yılında bu kiliseyi inşa ettirmiştir. Orta çağ Ermeni sanatının en parlak örneklerinden biri olan kilise üzerindeki taş oymacılığı ile kendine hayran bıraktırmaktadır. Özellikle dış cephesinde bir bant halinde bütün kilise duvarlarını çepeçevre saran kabartmalar Tevrat ve İncil’den alıntıları ile adeta görsel bir kitap gibi sunulmaktadır. Hz. Adem ile Hz. Havva’nın cennetten ayrılış hikayeleriyle başlayıp Hz. İsa dönemine kadar bu iki kutsal kitapta geçenlerin bazıları kronolojik sıra ile resmedilmiştir. Öyle ki Yunus Peygamberin balığın karnında yaptığı yolculuğu da Davut Peygamber ile Golyat’ın mücadelesini de ve benzer pek çok mistik hikayeyi kabartmalarda görmekteyiz. Bu arada bildiğiniz gibi Hristiyan din adamlarınca kabul edilen dört İncil bulunmaktadır. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri. Bu İnciller yazarlarının isimleri ile anılmaktadır. İşte bu azizler Kutsal Haç kilisesinin dört cephesinde madalyonların içinde tasvir edilmişlerdir. Kilise duvarları İncil’in kabartmalara kazınmış hali gibidir. Ayrıca bu kabartmaların arasında Abbasi Halifesi Muktedir ’in özel bir kabartması vardır ki; kendisine çeşitli ikramlarda bulunulurken tasvir edilen Halife yarattığı barış ortamı ve kilisenin yapılmasına olanak sağlayıp yardım ettiği için teşekkür maksadıyla buraya işlenmiştir. Günümüze kadar bozulmadan korunmasının sebebi yakın tarihe kadar kilisenin aktif olarak ibadete açık olmasıydı. Ancak Ermenilerce kutsal sayılan kilise, Ermenistan’la Türkiye arasındaki sorunlar sebebiyle ibadete kapatılmıştır. Özel zamanlarda ve özel izinlerle ayin yapılmasına izin verilmektedir.
Akdamar adasının karlarla kaplı manzaraları ve eşsiz Van gölünde güneşin batışını seyrettikten, elbette bu anları fotoğraflarla ölümsüzleştirdikten sonra yeniden teknemize binip ana karanın yolunu tuttuk. Bu gece Tatvan’da kalacağız.
Karlarla kaplı caddeler, buzdan zor yürünen kaldırımlar ve saçaklardan sarkan buzlar olmasa güneyde bir sahil kasabasında olduğunuzu zannedebilirsiniz. O kadar güzel deniz manzaraları sunan bir yer Tatvan. Geç vakit olmasına rağmen akşam yemeğinden sonra dayanamayıp sahil kenarına indik ve Van gölünün eşsiz gece manzarası eşliğinde ufak bir yürüyüş yaptık. Ne yazık ki bu destansı seyahatin artık sonuna geldik. Yarın sabah Tatvan Garından kalkacak Van Ekspres’i ile dönüş yolculuğumuz başlayacak.