Eda EĞMİR YÜCEER
Köşe Yazarı
Eda EĞMİR YÜCEER
 

Covid19, sanki bizimle konuşuyor...

O kocaman dünya, gözle göremediğimiz bir virüs karşısında hazır ola geçti. Haberleri izliyorum; Türkiye bitiyor, dünyadan haberler başlıyor. Çin’de varlık gösteren ve bir anda tüm dünyada kendini Covid19 adıyla tescil ettiren o minicik misafir. Avrupa darmadağın; İtalya, İspanya, Fransa, Almanya, İngiltere sokağa çıkma yasakları, yüksek ölçekli ekonomik acil yardım paketleri ile sürekli haberlerde. ABD, pozitif vaka ve can kaybı sayısında, Trump’ın “Çin virüsü” diyerek aşağılamayı tercih ettiği Çin’i geçti.  Akıl almaz günlerden geçiyoruz, tüm dünya. O gözle göremediğimiz minik şey bir anda hepimizi durdurdu ve tüm dikkatlerimizi bir kıldı. Bir anda hepimiz aynı belirsiz boşlukta, aynı endişelerin kucağında bulduk kendimizi; aynı duygusal gel-gitlere gebe.  Corona’nın anlamı, meleklerin başının çevresinde olduğuna inanılan hare imiş ne ilginç değil mi? Hepimize, herşeye durun dedi. Durun ve sadece beni dinleyin, önemseyip önemsememek size kalmış.  Ve şöyle başladı söze... Hız istediniz; sabır çok naftalin kokuyordu ve yarattığınız o modern dünya sizden hep daha hızlı olmanızı, hızla üretip hızla tüketmenizi istiyordu. Mucizemle tanışmanız da hiç zaman almadı çünkü sizlerden çok ama çok daha hızlıydım, beni gözle göremeseniz de hepinize bir şekilde dokunabilecek güce sahiptim; hızımı, bir kaç ay içinde tüm dünyayı nasıl hiç bir ayrım gözetmeden esir aldığımı gördünüz. Hızınız ve varlıklarınız arttıkça, açgözlülük ve doyumsuzluk hızınız da artmaya devam ediyordu; hiç bir şey yetmez olmuştu, siz en iyisine layıktınız ama her şey hep biraz eksikti. Her yere koşturuyor ve hiç bir yere yetişemiyordunuz. Evet, çok üzgünüm sizleri zengin, fakir ayırt etmeden evlerinize mahkum ettim ki; caddelerinizde, sokaklarınızda, sosyal hayatınızda  güvenle var olabilmenin, aynı gökyüzünün, güneşin altında hep beraber bulunabilmenin, birlikte yaşanılan o acı tatlı güzel an’ların ne büyük bir nimet olduğunu buna karşılık para ile satın almaya çalıştığınız mutlulukların ne denli geçici olduğunu görebilesiniz. Bir merhabayı, içten gülen bir çift göze rast gelmeyi, karşılıklı şöyle oturup bir kahve içmeyi, planlar yapmayı, buluşmaları, uzun muhabbetleri, bazen sadece yan yana yürümeyi özleyin. Bu özlemler de belki yetmezdi en yakınlarınıza doya doya sarılabilmeyi özleyin istedim. Çok acı ama gerçekliğini o kadar unutmuş görünüyordunuz ki o aldığınızda vermeye, verdiğinizde almaya garantiniz olmayan en büyük servetinizin, o tek bir nefesin kıymeti ile, yüceliği ile yeniden tanışın istedim. Hız bağımlılığınız ve doyumsuzluğunuz maalesef bencilliğinizi de korkunç seviyelere çıkartmıştı; her şeyi yalnız kendisi için isteyen; hakkı, hukuku, adaleti sadece kendi menfaatine işleten, o bahşedilmiş güzelim yeryüzü mucizelerini, doğal kaynakları sonuna kadar  sömüren, kendinden başka hiç bir canlıyı ve kendi soyundan gelecek nesilleri dahi hiç düşünmeden; sevmeyi, korumayı, paylaşmayı bilmeden koşuyordunuz hayatlarınızda. Öyle olsun istedim ki, önce kendinizin dahi unuttuğu öz varlığınızla yüzleşin ve sonra sizin haricinizdeki tüm canlı cansız varlıklarla mesafelenin. Elleriniz ya olmasalardı ne yapardınız ve ne çok işinize yarıyormuş öyle değil mi? Meğer ne çok yere dokunuyormuş o elleriniz, tertemiz olmaları gerektiğini gösterdim; kendi yüzünüze dahi dokunamaz hale gelin istedim ki ellerinizin o hızla, her türlü bolluğa rağmen o açgözlülükle , o tatminsizlikle, o hırsla yoğrulmuş pisliğiyle yüzleşin, kendi ellerinizle yarattığınız pislikleri düşünün ve ellerinizdeki tüm o pisliklerden arınmaya çalışın...Önce herkes kendi pisliğiyle yüzleşmeliydi.  Benim korkunç bir virüs olduğum kabulündesiniz; beni karşınızdaki kişide değil sizin içinizdeyim varsayıp benim varlığımla kendini gösteren bu büyük kusuru önce kendinizde arayın istedim; maske takarsanız kendinizi değil benim varlığımla hastalanma ihtimali olan bedenlerinizi diğer bedenlerden sakının istedim; kusuru, hatayı, eksiği sürekli karşısında arayan zihinlerinizin artık ötekilerinin de sağlığını, varlığını, iyiliğini düşünebilmelerini  istedim; buna zorladım sizleri... Kendinizi benim varlığımla potansiyel olarak hastalanmış kabul etmeniz, benim bir başka kişiye bulaşmamı engelleyecek ve hızımı yavaşlatacaktı, bu durum bütünün o derece yararındaydı ki bir anda hep birlikte bir diğerinizi düşünür hale gelmeniz, o umarsız bencilliğinizden aslında yine her bir biricik  ben’i korumak adına uzaklaşmanız ortaya çıkışımın en büyük sebebi bile olabilirdi. Benim hızımın sizin hızınıza bağlı olduğunu göstermem gerekiyordu sizlere çünkü beni de ancak siz yavaşlayarak durdurabilirsiniz, dedi... Az kaldı gidecek, sadece çok ciddi bir özen ve sabır istiyor bizden.  Eski bir hikayedir; İnka tapınakları ve kızılderililer üzerinden farklı anlatımları var. Ben, İnka tapınakları üzerinden anlatımını okumuştum ve aklımda kaldığı kadarıyla o hikayeyle bitireyim sözlerimi..  Bir grup Avrupalı arkeolog İnka tapınaklarına çıkmak üzere yerli rehberlerin mihmandarlığında yürümektedirler. Kısa zamanda yolu yarıladıklarında, yerliler bir anda yere çöküp saatlerce öylece beklemeye başlarlar. Arkeologlar, zirveye ulaştıklarında şaşkın vaziyette yerlilere neden bir anda durduklarını ve uzun süre öylece beklediklerini sorduklarında şu cevabı alırlar; çok hızlı yürüdük, bedenlerimiz yol aldı ama ruhlarımız geride kaldı,ruhlarımızın bizlere yetişmesini bekledik... Belki de covid19 ruhlarımızla kavuşma vakti olduğunu fısıldamaktadır her birimize; sağlıkla, sevgiyle görüşmek üzere... 

Covid19, sanki bizimle konuşuyor...

O kocaman dünya, gözle göremediğimiz bir virüs karşısında hazır ola geçti. Haberleri izliyorum; Türkiye bitiyor, dünyadan haberler başlıyor. Çin’de varlık gösteren ve bir anda tüm dünyada kendini Covid19 adıyla tescil ettiren o minicik misafir. Avrupa darmadağın; İtalya, İspanya, Fransa, Almanya, İngiltere sokağa çıkma yasakları, yüksek ölçekli ekonomik acil yardım paketleri ile sürekli haberlerde. ABD, pozitif vaka ve can kaybı sayısında, Trump’ın “Çin virüsü” diyerek aşağılamayı tercih ettiği Çin’i geçti. 

Akıl almaz günlerden geçiyoruz, tüm dünya. O gözle göremediğimiz minik şey bir anda hepimizi durdurdu ve tüm dikkatlerimizi bir kıldı. Bir anda hepimiz aynı belirsiz boşlukta, aynı endişelerin kucağında bulduk kendimizi; aynı duygusal gel-gitlere gebe. 

Corona’nın anlamı, meleklerin başının çevresinde olduğuna inanılan hare imiş ne ilginç değil mi? Hepimize, herşeye durun dedi. Durun ve sadece beni dinleyin, önemseyip önemsememek size kalmış. 

Ve şöyle başladı söze...
Hız istediniz; sabır çok naftalin kokuyordu ve yarattığınız o modern dünya sizden hep daha hızlı olmanızı, hızla üretip hızla tüketmenizi istiyordu. Mucizemle tanışmanız da hiç zaman almadı çünkü sizlerden çok ama çok daha hızlıydım, beni gözle göremeseniz de hepinize bir şekilde dokunabilecek güce sahiptim; hızımı, bir kaç ay içinde tüm dünyayı nasıl hiç bir ayrım gözetmeden esir aldığımı gördünüz.

Hızınız ve varlıklarınız arttıkça, açgözlülük ve doyumsuzluk hızınız da artmaya devam ediyordu; hiç bir şey yetmez olmuştu, siz en iyisine layıktınız ama her şey hep biraz eksikti. Her yere koşturuyor ve hiç bir yere yetişemiyordunuz. Evet, çok üzgünüm sizleri zengin, fakir ayırt etmeden evlerinize mahkum ettim ki; caddelerinizde, sokaklarınızda, sosyal hayatınızda  güvenle var olabilmenin, aynı gökyüzünün, güneşin altında hep beraber bulunabilmenin, birlikte yaşanılan o acı tatlı güzel an’ların ne büyük bir nimet olduğunu buna karşılık para ile satın almaya çalıştığınız mutlulukların ne denli geçici olduğunu görebilesiniz. Bir merhabayı, içten gülen bir çift göze rast gelmeyi, karşılıklı şöyle oturup bir kahve içmeyi, planlar yapmayı, buluşmaları, uzun muhabbetleri, bazen sadece yan yana yürümeyi özleyin. Bu özlemler de belki yetmezdi en yakınlarınıza doya doya sarılabilmeyi özleyin istedim. Çok acı ama gerçekliğini o kadar unutmuş görünüyordunuz ki o aldığınızda vermeye, verdiğinizde almaya garantiniz olmayan en büyük servetinizin, o tek bir nefesin kıymeti ile, yüceliği ile yeniden tanışın istedim.

Hız bağımlılığınız ve doyumsuzluğunuz maalesef bencilliğinizi de korkunç seviyelere çıkartmıştı; her şeyi yalnız kendisi için isteyen; hakkı, hukuku, adaleti sadece kendi menfaatine işleten, o bahşedilmiş güzelim yeryüzü mucizelerini, doğal kaynakları sonuna kadar  sömüren, kendinden başka hiç bir canlıyı ve kendi soyundan gelecek nesilleri dahi hiç düşünmeden; sevmeyi, korumayı, paylaşmayı bilmeden koşuyordunuz hayatlarınızda. Öyle olsun istedim ki, önce kendinizin dahi unuttuğu öz varlığınızla yüzleşin ve sonra sizin haricinizdeki tüm canlı cansız varlıklarla mesafelenin. Elleriniz ya olmasalardı ne yapardınız ve ne çok işinize yarıyormuş öyle değil mi? Meğer ne çok yere dokunuyormuş o elleriniz, tertemiz olmaları gerektiğini gösterdim; kendi yüzünüze dahi dokunamaz hale gelin istedim ki ellerinizin o hızla, her türlü bolluğa rağmen o açgözlülükle , o tatminsizlikle, o hırsla yoğrulmuş pisliğiyle yüzleşin, kendi ellerinizle yarattığınız pislikleri düşünün ve ellerinizdeki tüm o pisliklerden arınmaya çalışın...Önce herkes kendi pisliğiyle yüzleşmeliydi. 

Benim korkunç bir virüs olduğum kabulündesiniz; beni karşınızdaki kişide değil sizin içinizdeyim varsayıp benim varlığımla kendini gösteren bu büyük kusuru önce kendinizde arayın istedim; maske takarsanız kendinizi değil benim varlığımla hastalanma ihtimali olan bedenlerinizi diğer bedenlerden sakının istedim; kusuru, hatayı, eksiği sürekli karşısında arayan zihinlerinizin artık ötekilerinin de sağlığını, varlığını, iyiliğini düşünebilmelerini  istedim; buna zorladım sizleri...

Kendinizi benim varlığımla potansiyel olarak hastalanmış kabul etmeniz, benim bir başka kişiye bulaşmamı engelleyecek ve hızımı yavaşlatacaktı, bu durum bütünün o derece yararındaydı ki bir anda hep birlikte bir diğerinizi düşünür hale gelmeniz, o umarsız bencilliğinizden aslında yine her bir biricik  ben’i korumak adına uzaklaşmanız ortaya çıkışımın en büyük sebebi bile olabilirdi.

Benim hızımın sizin hızınıza bağlı olduğunu göstermem gerekiyordu sizlere çünkü beni de ancak siz yavaşlayarak durdurabilirsiniz, dedi... Az kaldı gidecek, sadece çok ciddi bir özen ve sabır istiyor bizden. 

Eski bir hikayedir; İnka tapınakları ve kızılderililer üzerinden farklı anlatımları var. Ben, İnka tapınakları üzerinden anlatımını okumuştum ve aklımda kaldığı kadarıyla o hikayeyle bitireyim sözlerimi.. 

Bir grup Avrupalı arkeolog İnka tapınaklarına çıkmak üzere yerli rehberlerin mihmandarlığında yürümektedirler. Kısa zamanda yolu yarıladıklarında, yerliler bir anda yere çöküp saatlerce öylece beklemeye başlarlar. Arkeologlar, zirveye ulaştıklarında şaşkın vaziyette yerlilere neden bir anda durduklarını ve uzun süre öylece beklediklerini sorduklarında şu cevabı alırlar; çok hızlı yürüdük, bedenlerimiz yol aldı ama ruhlarımız geride kaldı,ruhlarımızın bizlere yetişmesini bekledik...

Belki de covid19 ruhlarımızla kavuşma vakti olduğunu fısıldamaktadır her birimize; sağlıkla, sevgiyle görüşmek üzere... 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve telgrafgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.